Çarşamba, Şubat 07, 2024

Salı, Aralık 26, 2023

My 2023 Selection in Horror


2023'ün en iyi korku filmlerini listeleyen websitelerinin ve eleştirmenlerin yaptığı seçimlerin tamamını izledikten sonra yapmış olduğum, bahsetmeye değer bulduğum filmlerden oluşan listedir. O listelerde yer bulmadığı veya denk gelmediğim için izlemediklerim de illa ki vardır.


İlk 5'e değineceğim sadece:
2. ENYS MEN: Ben bana göre mükemmel bir film çekebilecek kapasitede olsam işte bu filmi çekebilirdim. Tıpkı Ciguli'nin Ciguli benzerleri yarışmasında ikinci olması gibi, benim listemde olması gerektiği gibi ikinci sırada.

3. SKINAMARINK: Filmler de bazen izleyiciden belli bir talepte bulunabilir. Tıpkı çikolatanın sıcak, biranın soğuk içilmeyi istemesi, aksi durumların biraz bokumsu olacağı gibi. Bu film onu sabaha karşı dörtte, uyku arasında, zifiri karanlık ve sessiz bir odada, tek başına izlemenizi istiyor.

4. WHEN EVIL LURKS: Korku filmleri genellikle korkutucu değiller. Bu anlamda otantik bir film olduğunu ve saygıyı hakkettiğini düşünüyorum.

5. BEAU IS AFRAID: Geçen yıllarda "A Fantastic Fear of Everything" adında pek de iyi olmayan bir Simon Pegg filmi gördüğümü hatırlıyorum. Ari Aster, o filmin başarıp teslim edemediği bir fikri güzel aktarıyor. Uzatılmış filmlere çok tahammülüm yok, ancak "hayat bir korku filmidir" fikrini anlatmak biraz ekstra süre gerektiriyorsa anlayışlı karşılamak lazım.

1. HUESERA: Tüm detaylarıyla, bütçesine rağmen şaşırtıcı derecede iyi bir filmdi. Şaşırmak bu yaşta çok sık karşılaşılan bir duygu değil, takdirim biraz da ondan. Kapanışındaki diyalogsuz dakikaları da ayrıca sevdim. Birkaç yıldır benim en iyi korku filmi listelerimdeki en iyi filmlerde hep kadın yönetmenlerin imzası var. Rosemary'nin Bebeği'nden beri bu konuda işlenmiş en iyi film falan diyemiyorum çünkü o filmi hiç izlemedim.

Listenin tamamı / 2023 Best Horror Movies Selection: https://letterboxd.com/gokhantoka/list/2023-gts-selection-in-horror

Perşembe, Ağustos 24, 2023

PSEUDO SİNEMA. NASIL???

Çok uzun yıllar önce, Mehmet Ali Erbil'in şöhretinin zirvesinde olduğu, her kanalda her türlü programı sunduğu, Türkiye'yi gülmekten kırdığı karanlık yıllar. Kardeşimin o karanlık yılların karanlık bir gecesinde gördüğü rüya:

Rüya gelecekte geçmektedir. İnsan klonlama teknolojisi çok ileridir. Öyle ki, Türkiye'yi güldürebilen tek adam olan Mehmet Ali Erbil'in yüzlerce klonu yapılmış ve her filmde her kanalda her ortamda Mehmet Ali Erbil klonları boy gösterir vaziyettedir. Bu ahval ve şerait içerisinde, Mehmet Ali Erbil klonlarından bir tanesi şaklabanlıkla dolu bir hayat istemediğini fark eder ve kaçar. Sonrası amansız bir takip.

Çok nostaljik bir rüya. O zamanlar yapay zekanın henüz icat edilmediği hemen belli oluyor. İki koyun klonlandı, bir Truman Show çekildi diye alelacele görülmüş bir rüya.

Oysa şimdi yapay zeka diye bir şey var. Deep fake birşeyler yaparsınız iki dakika, tamam. Ömür boyu klon mu beslenir. Mantıksız yani.

Ha işte onu düşünüyordum. Madem bundan sonrası yapay zeka, belki de günümüze kadar arz-ı endam eden tüm bu film artistlerinin yüzleri, bundan sonra sinemada göreceğimiz son yüzler mi olacak acaba? Yeni oyuncular kullanmak yerine ver ordan ispatlanmış Di Caprio ver, Brad Pitt ver, Buster Keaton ver. Hatta karışık yaparsın, üstü Pacino altı De Niro HEAT remakeinde oynatırsın gibi sapkın düşünceler. Tamam bir seviye daha ilerlet şimdi, madem yapay zeka var artık, hedef kitleye göre filmde en uygun olabilecek yüzü yarat sıfırdan, işte sana mükemmel oyuncu.

Hatta bir insan yüzü olmak zorunda mı? Üç boyutlu olmak zorunda mı? Estetik olmak zorunda mı? Sinemanın kendisi hatta, sinema olmak zorunda mı? Şimdi de filmler yeşil ekranlar önünde çekiliyor, diyelim ki oyuncular dahil, senaryo dahil her unsur yapay zeka kullanılarak üretilemeye de başlandı, fakat kastım o değil. Filmler nasıl üretilirse üretilsin, halen 135 yıllık bir estetik geleneğe ve birikime göre üretilmeye devam ediliyorlar. Bu birikimin de tamamen reddedildiği "devrimci" bir sinemadan bahsediyorum, "pseudo" derken...

Geçen arabada radyo açıkken kızımın "çok güzel" dediği bir parça çalıyordu. Müzik gibi ama aslında pseudo müzik. 80'lerdeki atari oyunlarının müzikleri neyse ondan hallice. Bence pseudo sinema da olabilir, mantıksız gelmedi. Pseudo sinemanın başarısı, indirgeyici vasatlığın daha ne kadar uzun bir süre ortak yegane toplumsal dil olarak kalacağı ile doğru orantılı.

Gökhan Toka

Salı, Ağustos 22, 2023

SİNEMA OLACAK OLANLARI ÖNCEDEN BİLEBİLİR Mİ? FRITZ LANG’IN “M” FİLMİ ÜZERİNDEN BİR ANALİZ

M, 1931 Almanya’sında geçiyor. Weimar Cumhuriyeti’nin son yılları, henüz Naziler iktidara gelmemiş. Yaklaşık 2 yıl sonra Cumhuriyet çökecek ve Nazi iktidarı başlayacak. Bu tarihsel gerçeği 90 yıl sonra bizler biliyoruz, peki M filmi de bunu ve sonrasında yaşanacak olanları öngörüyor olabilir mi? 

Tarihin ilk seri katil filmi olarak da bilinen M, Berlin sakinlerine dehşet veren bir çocuk katilini, ve bu katili yakalamaya yönelik çabaları anlatıyor. Fakat bunu yaparken, günümüz seri katil filmlerinde olduğu gibi, korkunç bir suçlunun kolluk güçleri tarafından kovalandığı basmakalıp polisiye anlatılarının ötesine geçiyor ve son günlerini yaşayan Weimar Cumhuriyeti’ndeki toplumsal dinamiklere dair izleyicisine ipuçları gönderiyor. Filmin şehre ve topluma dair verdiği detaylar ile, Nazi iktidarı öncesi Almanya toplumundaki hoşnutsuzluğu, güvensizliği ve bozulmayı çok net görebiliyoruz. Hani belki de Nazi iktidarı gibi aşırı bir sona dönüşecek olan çözülmeyi…




Örneğin “katil kim” sorusu karşısında herkes birbirini suçlar gibi görünüyor. Arkadaşlar, komşular birbirlerinden şüphelenip hiç çekinmeden açıkça birbirlerini işaret edebiliyorlar. Kamu güçlerinin katili yakalamadaki yetersizliğini görüyoruz. Bu yetersizlik Zvyagintsev’in filmi Loveless’da (Zvyagintsev, 2017) olduğu gibi, kaybolan çocuğu aramaya teşebbüs dahi etmeyen, buna karşılık sadece savaşmayı bilen, sevgisizliğiyle görünmez olan bir devlet otoritesinden biraz farklı. Bu otorite tıpkı toplumun fertleri gibi mutlak bir paranoya tarafından teslim alınmış durumda. Toplum üzerinde baskı kurulmuş, sürekli baskınlar yapılıyor, herkes şüpheli olarak görülüyor. Öyle ki, polis güçlerinin düzenli baskınlarından yılan ve bu nedenle iş yapamaz hale gelen suç örgütleri, artık çareyi kendi aralarında organize olarak katili aramakta görüyorlar. Bu durumda filmin 1931 Almanyasındaki devlet otoritesi ve toplumla ilgili bize şunları da söylemekte olduğunu fark edebiliriz: Devlet normalde bu suç örgütlerinin faaliyetleri ile pek ilgilenmemektedir. Ortada çocuk katili bir seri katilin toplumda panik yaratan varlığı olmasa, devletin topluma hakim hale gelmiş, bu denli organize ve genişlemiş suç örgütlerinin üzerine gitmeye niyeti pek yoktur. Suç örgütlerinin kendi aralarında organize olarak katili bulabileceklerini öngörmeleri ve sonunda da gerçekten bulmaları ise, devletin yetersizliğinin ve işlevsizliğinin başka bir kanıtı gibidir. Lang’ın ağır sigara dumanı altında boğulmuş odalarda, polislerin ve suç örgütlerinin durum değerlendirmesi yaptıkları sahneleri iç içe kurgulamış olması ise, suç örgütleri ve devlet güçlerinin birbirlerine benzer, ahlaki olmaktan ziyade faydacı saiklerle hareket ettiklerinin imasını yapar niteliktedir.




Katilin kimliği ve dış görünüşü de Nazi öncesi 1931 Almanyasındaki toplumsal dinamikleri anlamak açısından önemlidir. Katil, bir Yahudi soyadına sahiptir: “Beckert”. Kendisinin de kısmen Yahudi köklerinin olduğunu bildiğimiz Fritz Lang, katil rolünü canlandırması için Yahudi kökenli oyuncu Peter Lorre’yi seçmiştir. Lorre’un yüzünü filmde ilk kez aynadaki yansımasında görürüz. Bu görünüş, ağır psikolojik sorunları olan bir suçlunun yüzünün yansısı gibi değildir, normal bir insan ifadesidir karşımızdaki. Fakat şu nettir: Bu yüz Aryan ırktan birine ait değildir.

Büyük Depresyon, 1920’lerin sonunda ABD’den başlayarak tüm dünya ekonomilerini etkisi altına aldı ve bir çok ülkede faşist iktidarların iş başı yaptığı, büyük çaplı bir dizi sosyo ekonomik dönüşüm yarattı. 1. Dünya Savaşı’nın sonunda yenilen tarafta yer alan Almanya, Büyük Depresyon başladığında zaten ağır ekonomik koşullar altındaydı. Toplum ve iktidar yozlaşmış, halkın alım gücü düşmüştü. Enflasyon kontrolden çıkmış, hiper-enflasyon başlamıştı. (Hiper-enflasyonun etkisini M filmindeki bir sahnede de görebiliriz. Restoran sahibi, yaz-boz tahtasına dönmüş fiyat tabelasındaki rakamları silip güncellerken görülür.) Global bunalım Alman halkının durumunu daha da kötüleştirirken, halk bu umutsuz kötüye gidişat karşısında bir suçlu arayışındadır; tıpkı M filmi boyunca çocuk katilini aradığı ve bu süreçte herkesin birbirini suçladığı gibi.

Bu ortamda Yahudiler sadece Almanya’da değil, Yahudilerin yaşadığı tüm kapitalist toplumlarda açık bir hedefti. Kapalı Yahudi kültürü, sermayeyi de kendi içine hapsettiği ve paylaşmadığı için sefalet içindeki diğer toplum grupları nezdinde negatif bir algıya sahipti. Bu dönemde çekilen belli başlı filmlerde Yahudilerin şeytani ve negatif temsillerini görmek mümkün. Örneğin 1930’ların başyapıtlarından Fransız yapımı “Port of Shadows”da Yahudi dükkan sahibi, küçük hesaplar içinde, paragöz, kendi yeğenine dahi cinsel tacizde bulunacak denli ahlaksız bir karakter, bir nefret objesi olarak sunulur (Carne, 1938). Yine bir başka Fransız klasiği “Grand Illusion”’da Alman esir kampından birlikte kaçan Jean Gabin’in canlandırdığı Fransız general ve Yahudi yüzbaşı arasındaki konuşmalarda ve ilişkide, dönemin Fransız toplumunda Yahudilere yönelik negatif algının izlerini açıkça görebiliriz (Renoir, 1937). 


Peter Lorre’un canlandırdığı katil Beckert’in avladığı küçük kızlar işçi sınıfı Aryan ailelerinin sarışın kız çocuklarıdır. Beckert’in kızları kolayca bazı hediyelerle kandırdığı, avlarını genelde oyuncakçı dükkanlarının vitrinlerindeki pahalı mekanik oyuncaklarının önünde aradığı görülür. Belki de kızları kolayca kandırabilmesi, bu çocukların balon, şekerleme gibi basit şeyleri bile satın alamayacak koşullarda olmaları nedeniyledir. Beckert’in ise ekonomik zorluklar yaşamadığı anlaşılır. Şık bir kafeye oturduğu bir sahnede kendinden emin sipariş verir: “Kahve, hayır vermut, hayır konyak!”




Suç örgütünün üyeleri Beckert’i başka bir kız çocuğunu tuzağına düşürmekte olduğu sırada tespit ederler. Beckert’i sürekli ıslıkla çaldığı “In The Hall of The Mountain King” temasını hatırlayan, kör bir sokak satıcısı teşhis etmiştir. Gerçeği sadece bir körün görebiliyor olmasının alegorisinin ötesinde, Beckert’in çaldığı şarkı da oldukça anlamlıdır ve açıkça Beckert’in öfkeli halk ile yüz yüze geleceği kapanış sahnelerine gönderme yapmaktadır. Bu eser, Henrik Ibsen’in “Peer Gynt” oyunundaki bir sahne için yazılmıştır ve söz konusu sahnede Peer isimli ana karakter, Troller, Gnomlar ve Goblinlerle dolu öfkeli bir canavar kalabalığının olduğu salona girer. Öfkeli kalabalık, tahtında oturan kırala, Peer’i işkence ederek öldürmeleri için haykırmaktadır (Ibsen, 1875). Tıpkı filmin sonunda Beckert’in yargılanacağı halk mahkemesinde olacağı gibi.

Film özellikle ses kullanımıyla bilinçli bir biçimde geleceğe göndermeler yapar. Örneğin önce guguklu saatin sesi duyulur, sonra küçük kızın halen eve gelmediğinin göstergesi olan saate bakar anne. Önce kamyonun kornası duyulur, sonra küçük kız yaklaşan tehlikeyi görüp kaldırıma geri adımlar. Önce katilin ıslığı duyulur, sonra katili görürüz. Dönemdaşı pek çok sessiz sinema ustası sinemacı gibi Lang’ın da aslında sinemada sese karşı olduğu biliniyor. Fakat buna rağmen Lang, ilk sesli filmi olan M’de sesi ustaca, hem gerilim yaratmak hem de geleceği önceden haber veren öngörülü bir bilinç aygıtı olarak kullanmıştır. 

Film boyunca örnekleri görülen bu gelecekten haber verme haline de atıfta bulunarak, geniş bir tarihsel çerçeveden filmin öyküsüne yeniden baktığımızda, filmin yaklaşan Nazi iktidarının, Cumhuriyet’in çöküşünün, Yahudi soykırımının da habercisi gibi olduğunu yineleyebiliriz. Hatta bazı pratik Nazi dönemi uygulamalarının bile. Örneğin Beckert ilk teşhis edildiğinde, kalabalıkta kaybolmaması için sırtına katil olduğunu belirten bir “M” harfi işareti bırakılır. Bu uygulama bile Yahudilerin sokağa kollarında David yıldızı işareti olmadan çıkamadıkları Nazi dönemi uygulamasını anıştırır. Hatta Yahudi karşıtlığı aşılama amaçlı Nazi dönemi propaganda filmi “The Eternal Jew”’da, Peter Lorre’un filmdeki görüntüleri de kullanılmıştır (Hippler, 1940).  



Beckert peşindeki suç örgütü üyelerinden kaçmaya çalışır ve bu noktadan itibaren filmin anlatısı bir dönüşüm geçirir. Bu ana kadar katil Beckert’i hep belli bir mesafeden görürüz. Gölgesini, yüzünün aynadaki veya vitrin camlarındaki yansımasını görürüz. Kafeye oturduğu sahnede kamera ile arasında çit vardır örneğin. Lang, filmin ilk bölümünde izleyicinin Beckert ile uzak bir mesafede olmasını, ona yabancı kalmasını istemiş ve bunu uygulamış gibidir. İkinci bölümde ise kamera artık Beckert’e yakındır ve onun peşindekilerden kaçıp saklanmaya çalışırkenki insani korkusunu açıkça yüzünde görür, bu korkuyu ve endişeyi onunla birlikte yaşarız. Suçluların kurduğu halk mahkemesinde yargılanırken ve halktan Beckert’in işkence edilerek öldürülmesi gerektiğiyle ilgili öfkeli haykırışlar yükselirken, Beckert artık bir canavar değil, üst açıdan bütünüyle gördüğümüz çelimsiz, hasta, kırılgan ve korku dolu zavallı bir adamdır. Lang’ın neden bu öyküyü anlatmaya değer bularak seçtiğini, bu dönüşümün sağladığı çok boyutlu anlamsal çağrışımlarda ve izleyiciyi filmin sonunda baş başa bıraktığı sorularda buluruz. Aklın alabileceği en dehşetli, en korkunç suçları işleyen bir cani, bir çocuk katili, üstüne üstlük bir de Yahudi olan bir çocuk katili, yani mükemmel bir nefret objesi var işte karşınızda. Bu korkunç adamla bile az da olsa empati yapabiliyor musunuz? Onun çaresizliğini ve korkusunu duyumsuyor musunuz? Yoksa nefretiniz halen diri mi? 


Beckert suçlulardan oluşan jüriye, İsa’nın İncil’deki “Bana ilk taşı içinizde günahsız olanınız atsın” sözüne benzer bir monolog yapar, onlara kendilerinin de suçlu olduğunu ve ne hakla kendisini yargılamaya kalktıklarını sorar. Onun ifadesine göre onu yargılayan suçlular isterlerse suç işlemeyi bırakabilecekken, kendisi istese de bunu yapamayacak olan hasta bir adamdır. Fakat öfkeli halkı ikna etmek mümkün değildir. Beckert tam linç edilmek üzereyken polis baskını olur, Beckert ve suçlular tutuklanarak götürülür. Son anda devreye giren tanrısal (İncil referansından hareketle) bir tür adaleti simgeleyen devlet otoritesi olmasa, Beckert’in sonunun ne olacağı açıktır. Halkın büyüyen öfkesi ve nefretinin Nazi iktidarı olarak cisimleşeceği ve resmi devlet otoritesine evrileceği 1933 yılından sonra ise, nefretin önündeki tüm engeller kalkacak, korkunun iktidarı başlayacaktır.


Gökhan Toka



KAYNAKÇA


Carne, Marcel. (Yönetmen), Le quai des brumes (Port of Shadows), 1938

Hippler, Fritz. (Yönetmen), Der ewige Jude (The Eternal Jew), 1940

Ibsen, Henrik. Peer Gynt, 1875

Renoir, Jean. (Yönetmen), La Grande Illussion (The Grand Illusion), 1937

Zvyagintsev, Andrey. (Yönetmen), Nelyubov (Loveless), 2017