Tarihin ilk seri katil filmi olarak da bilinen M, Berlin sakinlerine dehşet veren bir çocuk katilini, ve bu katili yakalamaya yönelik çabaları anlatıyor. Fakat bunu yaparken, günümüz seri katil filmlerinde olduğu gibi, korkunç bir suçlunun kolluk güçleri tarafından kovalandığı basmakalıp polisiye anlatılarının ötesine geçiyor ve son günlerini yaşayan Weimar Cumhuriyeti’ndeki toplumsal dinamiklere dair izleyicisine ipuçları gönderiyor. Filmin şehre ve topluma dair verdiği detaylar ile, Nazi iktidarı öncesi Almanya toplumundaki hoşnutsuzluğu, güvensizliği ve bozulmayı çok net görebiliyoruz. Hani belki de Nazi iktidarı gibi aşırı bir sona dönüşecek olan çözülmeyi…
Büyük Depresyon, 1920’lerin sonunda ABD’den başlayarak tüm dünya ekonomilerini etkisi altına aldı ve bir çok ülkede faşist iktidarların iş başı yaptığı, büyük çaplı bir dizi sosyo ekonomik dönüşüm yarattı. 1. Dünya Savaşı’nın sonunda yenilen tarafta yer alan Almanya, Büyük Depresyon başladığında zaten ağır ekonomik koşullar altındaydı. Toplum ve iktidar yozlaşmış, halkın alım gücü düşmüştü. Enflasyon kontrolden çıkmış, hiper-enflasyon başlamıştı. (Hiper-enflasyonun etkisini M filmindeki bir sahnede de görebiliriz. Restoran sahibi, yaz-boz tahtasına dönmüş fiyat tabelasındaki rakamları silip güncellerken görülür.) Global bunalım Alman halkının durumunu daha da kötüleştirirken, halk bu umutsuz kötüye gidişat karşısında bir suçlu arayışındadır; tıpkı M filmi boyunca çocuk katilini aradığı ve bu süreçte herkesin birbirini suçladığı gibi.
Bu ortamda Yahudiler sadece Almanya’da değil, Yahudilerin yaşadığı tüm kapitalist toplumlarda açık bir hedefti. Kapalı Yahudi kültürü, sermayeyi de kendi içine hapsettiği ve paylaşmadığı için sefalet içindeki diğer toplum grupları nezdinde negatif bir algıya sahipti. Bu dönemde çekilen belli başlı filmlerde Yahudilerin şeytani ve negatif temsillerini görmek mümkün. Örneğin 1930’ların başyapıtlarından Fransız yapımı “Port of Shadows”da Yahudi dükkan sahibi, küçük hesaplar içinde, paragöz, kendi yeğenine dahi cinsel tacizde bulunacak denli ahlaksız bir karakter, bir nefret objesi olarak sunulur (Carne, 1938). Yine bir başka Fransız klasiği “Grand Illusion”’da Alman esir kampından birlikte kaçan Jean Gabin’in canlandırdığı Fransız general ve Yahudi yüzbaşı arasındaki konuşmalarda ve ilişkide, dönemin Fransız toplumunda Yahudilere yönelik negatif algının izlerini açıkça görebiliriz (Renoir, 1937).
Peter Lorre’un canlandırdığı katil Beckert’in avladığı küçük kızlar işçi sınıfı Aryan ailelerinin sarışın kız çocuklarıdır. Beckert’in kızları kolayca bazı hediyelerle kandırdığı, avlarını genelde oyuncakçı dükkanlarının vitrinlerindeki pahalı mekanik oyuncaklarının önünde aradığı görülür. Belki de kızları kolayca kandırabilmesi, bu çocukların balon, şekerleme gibi basit şeyleri bile satın alamayacak koşullarda olmaları nedeniyledir. Beckert’in ise ekonomik zorluklar yaşamadığı anlaşılır. Şık bir kafeye oturduğu bir sahnede kendinden emin sipariş verir: “Kahve, hayır vermut, hayır konyak!”
Film özellikle ses kullanımıyla bilinçli bir biçimde geleceğe göndermeler yapar. Örneğin önce guguklu saatin sesi duyulur, sonra küçük kızın halen eve gelmediğinin göstergesi olan saate bakar anne. Önce kamyonun kornası duyulur, sonra küçük kız yaklaşan tehlikeyi görüp kaldırıma geri adımlar. Önce katilin ıslığı duyulur, sonra katili görürüz. Dönemdaşı pek çok sessiz sinema ustası sinemacı gibi Lang’ın da aslında sinemada sese karşı olduğu biliniyor. Fakat buna rağmen Lang, ilk sesli filmi olan M’de sesi ustaca, hem gerilim yaratmak hem de geleceği önceden haber veren öngörülü bir bilinç aygıtı olarak kullanmıştır.
Film boyunca örnekleri görülen bu gelecekten haber verme haline de atıfta bulunarak, geniş bir tarihsel çerçeveden filmin öyküsüne yeniden baktığımızda, filmin yaklaşan Nazi iktidarının, Cumhuriyet’in çöküşünün, Yahudi soykırımının da habercisi gibi olduğunu yineleyebiliriz. Hatta bazı pratik Nazi dönemi uygulamalarının bile. Örneğin Beckert ilk teşhis edildiğinde, kalabalıkta kaybolmaması için sırtına katil olduğunu belirten bir “M” harfi işareti bırakılır. Bu uygulama bile Yahudilerin sokağa kollarında David yıldızı işareti olmadan çıkamadıkları Nazi dönemi uygulamasını anıştırır. Hatta Yahudi karşıtlığı aşılama amaçlı Nazi dönemi propaganda filmi “The Eternal Jew”’da, Peter Lorre’un filmdeki görüntüleri de kullanılmıştır (Hippler, 1940).
Beckert peşindeki suç örgütü üyelerinden kaçmaya çalışır ve bu noktadan itibaren filmin anlatısı bir dönüşüm geçirir. Bu ana kadar katil Beckert’i hep belli bir mesafeden görürüz. Gölgesini, yüzünün aynadaki veya vitrin camlarındaki yansımasını görürüz. Kafeye oturduğu sahnede kamera ile arasında çit vardır örneğin. Lang, filmin ilk bölümünde izleyicinin Beckert ile uzak bir mesafede olmasını, ona yabancı kalmasını istemiş ve bunu uygulamış gibidir. İkinci bölümde ise kamera artık Beckert’e yakındır ve onun peşindekilerden kaçıp saklanmaya çalışırkenki insani korkusunu açıkça yüzünde görür, bu korkuyu ve endişeyi onunla birlikte yaşarız. Suçluların kurduğu halk mahkemesinde yargılanırken ve halktan Beckert’in işkence edilerek öldürülmesi gerektiğiyle ilgili öfkeli haykırışlar yükselirken, Beckert artık bir canavar değil, üst açıdan bütünüyle gördüğümüz çelimsiz, hasta, kırılgan ve korku dolu zavallı bir adamdır. Lang’ın neden bu öyküyü anlatmaya değer bularak seçtiğini, bu dönüşümün sağladığı çok boyutlu anlamsal çağrışımlarda ve izleyiciyi filmin sonunda baş başa bıraktığı sorularda buluruz. Aklın alabileceği en dehşetli, en korkunç suçları işleyen bir cani, bir çocuk katili, üstüne üstlük bir de Yahudi olan bir çocuk katili, yani mükemmel bir nefret objesi var işte karşınızda. Bu korkunç adamla bile az da olsa empati yapabiliyor musunuz? Onun çaresizliğini ve korkusunu duyumsuyor musunuz? Yoksa nefretiniz halen diri mi?
Beckert suçlulardan oluşan jüriye, İsa’nın İncil’deki “Bana ilk taşı içinizde günahsız olanınız atsın” sözüne benzer bir monolog yapar, onlara kendilerinin de suçlu olduğunu ve ne hakla kendisini yargılamaya kalktıklarını sorar. Onun ifadesine göre onu yargılayan suçlular isterlerse suç işlemeyi bırakabilecekken, kendisi istese de bunu yapamayacak olan hasta bir adamdır. Fakat öfkeli halkı ikna etmek mümkün değildir. Beckert tam linç edilmek üzereyken polis baskını olur, Beckert ve suçlular tutuklanarak götürülür. Son anda devreye giren tanrısal (İncil referansından hareketle) bir tür adaleti simgeleyen devlet otoritesi olmasa, Beckert’in sonunun ne olacağı açıktır. Halkın büyüyen öfkesi ve nefretinin Nazi iktidarı olarak cisimleşeceği ve resmi devlet otoritesine evrileceği 1933 yılından sonra ise, nefretin önündeki tüm engeller kalkacak, korkunun iktidarı başlayacaktır.
KAYNAKÇA
Carne, Marcel. (Yönetmen), Le quai des brumes (Port of Shadows), 1938
Hippler, Fritz. (Yönetmen), Der ewige Jude (The Eternal Jew), 1940
Ibsen, Henrik. Peer Gynt, 1875
Renoir, Jean. (Yönetmen), La Grande Illussion (The Grand Illusion), 1937
Zvyagintsev, Andrey. (Yönetmen), Nelyubov (Loveless), 2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder